Anasayfa     Resimler     Şiirler     Karikatür     Öyküler     Linkler      

GÜNER   SEÇKİN

ARKADAŞLIK

Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
“Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak”demiş.

Genç, ilk günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence:

“Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart.”demiş.

günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki tahta perdede hiç çivi kalmamış. Babası ona:

“Aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak, çok delik var. Artık hiçbir şey geçmişteki gibi güzel olmayacak. Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara, bir delik aynen kalacak, kapanmayacaktır. Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur seni dinler sana yüreğini açar” demiş.

DOLUNAY’IN HİKAYESİ

Çok çok eskiden yeşil bir vadinin içinde bir ırmak kıyısında kurulu bir koy varmış dünyada, taam dünyanın obur ucunda.Çok eski dedik ya, o zamanlar gündüzleri pek güneşli geçermiş, yağmur yağmadıkça; geceleri hep yıldızlı olurmuş, bulutlarolmadıkça. Koy sakinleri tarımla uğraşırlarmış, hayvanlar avlarlarmış uçsuz bucaksız arazilerinden, sularını kaynağı çok uzakta olan, köylerinin içinden gecen,ırmaktan alırlarmış. Köyde herkes birbirini sever, sayarmış.
Köyde bir tek kişinin kalbinde öyle büyük bir sevgi varmış ki bütün koyunkine bedelmiş; Dolun’un Intera"ya olan aşkıymış bu.
Kız Dolun’u bilir miste tanımazmış yakından. Dolun dayanamamış bir gün gitmiş kızın yanına. Sormuş Intera"ya onunla evlenip evlenmeyeceğini. Intera demiş ki Dolunca :
- "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim çoktur, her gelen kişiden ayni şeyi ister benim babam. Ancak babamın bu isteğini yerine getiren benimle evlenir."
Dolun şaşmış.
- "Sensin benim kalbimim sahibi" diyerek başlamış sözüne "senin dileğin benim için bir emirdir, söyle isteğini hemen yapayım"demiş askına. Intera demiş ki
- "Bir çiçek vardır yaprakları gümüşten tomurcukları elmastan, onu ister babam benle evlenecekten".
Dolun
- "Bekle beni" demiş Intera"ya, "hemen gidip getireyim o çiçeği ama nerededir yeri?"Intera parmağıyla göstermiş akan ırmağı
- "İste bu ırmağın kaynağındadır der babam, kırk gün yürümek gerekirmiş oraya varmak için ama bir giden bir daha gelmedi,şimdiye dek çünkü oralar büyülüymüş derler, giden geri gelmezmiş çünkü buralardan çok daha güzelmiş oralar.
Dolun
- "Senden daha güzel ne olabilir ki bu dünyada" demiş Intera"ya "Döneceğim, o çiçekle, döneceğim çünkü seviyorum seni, çünkü sensiz anlamı olmaz benim için o güzelliğin".
Dolun çıkmış yola sonra. kırk gün yürümüş ırmağın yanından. Hep ne kadar sevdiğini duşunmuş Intera’ya yol boyunca. Tek aklındaki Intera"ymis, tek amacı ise o çiçek. Kırkıncı gün kalkmış Dolun sabah erkenden, yüzünü yıkamış ırmaktan, anla miski çok yaklaşmış kaynağına ırmağın suyun serinliğinden. Devam etmiş yoluna sonra. Biraz sonra varmış kaynağa, bütün yeşilliklerle çevrili bir gol varmış kaynakta, golün ortasında bir adacık, adacığın üstünde de o çiçek duruyormuş. Anlamış Intera"nin anlattığı çiçek olduğunu güzelliğinden. Yüzmeye başlamış adaya doğru hemen. Adaya çıkınca karsısında bir adam belirmiş Dolun’un. Adam Doluna
- "Her gülün bir dikeni, koruyucusu, olduğu gibi bende bu çiçeğin koruyucusuyum, eğer almaya geldiysen ben, Savut, izin
vermem buna" demiş.
Dolun şaşkın ve de kararlı bir tonla
- "Ben o çiçeği alacağım sonra askıma kavuşacağım" demiş "Hiç bir şey beni kararımdan çeviremez".
- "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demiş Savut "sana neden koparmaman gerektiğini anlatacağım, eğer hala ikna olmazsan o zaman izin veririm almana". Dolun ikna olmuş ve çokmuş yoncaların üstüne, başlamış dinlemeye...
-"eğer bir şeyi çok fazla istersen ve engelin yoksa önünde onu alırsın, hayatta böyledir, insan engelleri asarsa yaşamına devam edebilir. Bu çiçekte sadece yasam için bir şeyler yapacaksan engelleri kaldırır önünden çünkü onunda bir görevi var, bu çiçek sadece 28 gecede bir acar yapraklarını ve parlayan tohumlarını gole döker, bu sayede buradaki sular yükselir ve ırmaktan tasar gider zamanla. Bu ırmak sayesinde yasar bu doğadaki yeşillikler, insanlar, hayvanlar." demiş Savut.
Dolun başlamış düşünmeye, eğer çiçeği koparırsa kavuşacaktır sevdiğine ama kuruyacaktır ırmakları bunun yanında. Sonunda çiçeğin basına çöker kalır Dolun. Gümüş yapraklarında kendini görür Dolun çiçeğin. yanında Intera vardır ama niye mutsuzdur ikiside. Aslında kalbindeki tek endişeyi görür Dolun. Zaman geçtikce Dolun’un düşünceleri yoğunlaşır kafasında.Mutsuzluğunu düşünür, çiçeksiz Intera’sin bir yasam düşünür.Koparamaz çiçeği günlerce. Dolun artık yasamaktan zevk almaz şekilde sadece askını düşünerek beklemeye baslar olacakları.Bir gece çiçek tohumlarını bırakırken gole, bir tomurcukta Dolun’un sertleşmiş kalbinin üstüne duşmuş, aniden Dolun kalbindeki askının büyüklüğü kadar kocaman bir tasa donmuş, tas o kadar büyükmüş ki dünyaya sığmamış gökyüzüne yükselmiş ve Dünya’yla dönmeye başlamış.

Böylece Ay olmuş Dolun’un kalbi Dünya’ya. O günden sonra sadece 28 gecede bir göstermiş Dolun kalbinin tüm yüzünü,askının bütün parıltısını diğerlerine; sadece o gecelerde aydınlatmış Dünya’yı, ayni çiçek gibi...

BENİM İŞİM DEĞİL Kİ

Öykümüz HERKES, BİRİSİ, HERHANGİ BİRİ ve HİÇ KİMSE adlı dört kişi hakkında.
Yapılması gereken önemli bir iş vardı ve HERKES, BİRİSİ'nin bu işi yapacağından emindi.
Gerçi işi HERHANGİ BİRİ de yapabilirdi, ama HİÇ KİMSE yapmadı. BİRİSİ buna çok kızdı, çünkü iş HERKES'in işiydi.
HERKES,HERHANGİ BİRİ'nin bu işi yapabileceğini düşünüyordu ama HİÇ KİMSE, HERKES'in yapamayacağının farkında değildi.
Sonunda HERHANGİ BİRİ'nin yapabileceği bir işi HİÇ KİMSE yapmadığı için HERKES, BİRİSİ'ni suçladı.

 

BEŞ MAYMUN HİKAYESİ

 Beş Maymun Hikayesi... Kafese beş maymunu koyarlar...ortaya da bir merdiven ve tepe-sine de iple muzları asarlar. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkarlar. Her bir maymun aynı denemeye giriştiğinde çok soğuk suyla ıslatılır. Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara hareketlenen maymunlar diğerleri tarafından engellenmeye başlanır. Suyu kapatıp maymunlardan biri dışarı alınıp yerine yeni bir maymun koyulur. İlk yaptığı iş muzlara ulaşmak için merdivene tırmanmak olur fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu döverler. Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir may-munla değiştirilir. Bu ikinci maymunda merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu ikinci yeni maymunu en şiddetli ve istekli döven ilk yeni maymundur. Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. En yeni gelen maymun da ilk atağında cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur. Son olarak en baştaki ıslanan maymunların dördüncüsü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir. Tepelerinde bir salkım muz asılı olduğu halde artık hiçbiri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada isler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir.


BİR AŞK HİKAYESİ

Üniversiteli delikanlı Kolejli kıza bir voleybol maçında rastladı. Okul salonundaydı... Tribünsüz,minik bir salon.... Seyircilerle, oyuncular arasında, sahanın çizgisi vardı sadece. O kadar yakındılar... delikanlı, bu tatlı, bu güzel, bu dünyalar şirini kızı ilk defa görüyordu takımda... Hoşlandığını fena halde hoşlandığını hissetti. Az sonra bir şeyi daha hissetti. Kız servis atarken hemen önünden geçti. Göz göze geldiler... kız gülümsedi. Delikanlı, çok popülerdi o yıllarda... kız onu tanımış olmalıydı. Kim bilir, belki kız da ondan hoşlanmıştı. Belki de delikanlı öyle olmasını istediği için ona öyle gelmişti. Set değişip, takım karşıya gidince, delikanlı yerini değiştirdi, o da karşıya gitti.... Üçüncü sette tekrara eski yerine döndü. Kızla gidiş gelişleri fark etmişti galiba. Bir defa daha gülümsedi. Manidar... “anladım” der gibi bir gülümseyişti bu. Delikanlı o hafta boyu hep bu dünyalar şirini kızı düşündü. Pazar gün, sabahın köründe kalktı, erkenden oynanacak maçı, ne maçı canım dünyalar şirini kızı görmek için... Delikanlı artık kızın hiçbir maçını kaçırmıyordu. Dahası... Ankara kolejinin her dağılış saatinde, okul civarında oluyordu, onu bir kez daha görmek için... Karşılaştıklarında, hafif çok hafif bir gülümseme, çok minik bir baş eğmesi ile selamlaşır olmuşlardı... Bir defasında, yaptığına sonra kendisi de günlerce güldü... O gün gene tesadüfmüş gibi, okul dağılımı kızın karşısına çıkmış, gülümseyerek selamlamış, sonra arka sokaklara dalıp, yıldırım gibi koşarak, bir blok ötede gene karşısına çıkmıştı... Kız bu defa, iyice gülmüştü. Karşısında, sözü ona ağır ağır yürüyen, ama nefes nefese delikanlıyı görünce. Delikanlı, voleybol takımının kaptanını iyi tanıyordu. Arkadaştılar. Sonunda bütün cesaretini topladı, kaptana açıldı. O kızdan fena halde hoşlanıyordu. Galiba kız da ona karşı boş değildi bir yerde, bir şekilde tanışmaları gerekiyordu. O zamanlar, bu işler böyle oluyordu çünkü. Kaptan “tabi” dedi. “Bu hafta sonu güzel bir konser var. Biz onunla gitmeye karar vermiştik zaten. Sen de gel. Hem konseri birlikte izleriz, hem de tanışırsınız.” “mutluluk işte bu olmalı” diye düşündü delikanlı “Mutluluk işte bu” Ve konser gününe kadar geceleri hiç uyuyamadı. Konser günü de hiç ama hiç unutmadı. O ne heyecandı öyle. Konserin verildiği sinemanın kapısında tanıştılar. El sıkıştılar. O güzel ele dokunduğu anı da hiç unutmadı delikanlı . kaptan, salona girdiklerinde, ustaca bir manevra daha yaptı. Delikanlı ile dünyalar şirini kız yan yana düştüler. İnanamıyordu delikanlı. Onunla nihayet yan yana oturduğuna, onun sıcaklığını hissettiğine, onun nefesini duyduğuna inanamıyordu. Biraz önce tanışırken tuttuğu el, bir karış ötesinde öylesine duruyor, delikanlı, sahnede dünyanın en romantik şarkısı söylenirken – o an dünyanın bütün şarkıları dünyanın en romantik şarkısıydı ya- o eli tutmak için öylesine büyük bir arzu duyuyordu ki içinde. Ama uzatamıyordu elini işte. Her şey böyle iyi giderken, yanlış bir hareketle, onu ürkütebileceğinden, incitebileceğinden öylesini korkuyordu ki. Sonunda dayanamadı, sanki kolu uyuşmuş gibi uzandı. Kolunu kızın koltuğunun arkasına koydu. Kızın omuzuna değil koltuğun üzerine sonra kız arkaya yaslandı. Birkaç saç teli, delikanlının elinin üzerine dokundu. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu genç adamın. Dünyalar şirini kızın saçları eline dokunuyordu çünkü. Konserden çıkarken, kız şakalaştı. “Sizi her maçımızda görüyoruz, alıştık neredeyse. Yarın Adana'da maçımız var. Gözlerimiz sizi arayacak” Hayır, aramayacaktı. Delikanlı o anda kararını vermişti çünkü. Cebinde onu otobüsle Adana'ya götürüp getirecek, hatta öğle yemeğinde bir de Adana kebap yedirecek kadar para vardı. Gece yarısı kalkan otobüse bindi. Sabah erkenden Adana'ya indi. Maç saatine kadar başı boş dolaştı. Salona erkenden girdi, en son sıraya tam servis köşesine en yakın yere oturdu. Takımlar sahaya çıkarken, salondaki en heyecanlı seyirci oydu. Maç filan değildi sebep tabii. İlk sette kız farkında bile değildi onun. Nereden olsun ki. İkinci sette öbür tarafa gittiler Döndüklerinde, üçüncü sette kız fark etti delikanlıyı. Yüzünde çok ama çok şaşkın bir ifade, biraz mutluluk, biraz da gurur vardı sanki.
Ankara'nın hele hele kolejde çok popüler bu delikanlısının onun için ta oralara geldiğini bilmenin gururu. Maç bitti. Kız soyunma odasına, delikanlı garaja gitti. Tek kelime konuşmadan. Konuşmaya gelmemişti ki. Kız “keşke orada olsaydın” demişti. O da olmuştu işte. Hepsi o. Ona o kadar çok şey söylemek istiyordu ki aslında. Bir gün üniversite kantininde gazete okurken, iç sayfalarda bir şiire rastladı. Daha doğrusu bir şiirden alınmış bir dörtlüğe. Söylemek istediği her şey bu dört satırda vardı sanki. Bembeyaz bir kata yazdı o dört satırı. Öğleden sonrayı zor etti, kolejin önüne gitmek için. Kızın karşıdan geldiğini gördü. Koşarak yanına gitti. “Bu sana” diye kartı eline tutuşturdu ve kayboldu ortadan. Kız, Necip Fazıl”ın dört satırını okurken...
“Ne hasta beklerdi sabahı
Ve ne genç ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar!...”
Ertesi gün öğleden sonra, tarif edilemez heyecanlar içinde kolejin önündeydi genç. kız karşıdan geliyordu. Bu defa yanında arkadaşları yoktu. Yalnızdı. Yaklaştığında işaret etti delikanlıya. Gözlerine inanamadı genç adam. Onu yanına mı çağırıyordu yoksa. Evet, çağırıyordu işte. Kalbinin duracağını sandı yaklaşırken. “Sana bir şeyler söylemek istiyorum” dedi kız. O da heyecanlıydı, belli. “Bak iyi dinle. Dünkü satırlar için çok teşekkürler. Herhalde hissettin, ben de senden hoşlanıyorum. Ama senden evvel tanıdığım birisi daha var. Ondanda hoşlanıyorum ve henüz karar veremedim, hanginizden daha çok hoşlandığıma. Ve de şu anda, onu terketmem için bir sebep yok.” “O zaman karar verdiğinde ve de eğer seçtiğin ben olursam, hayatında başka kimse olmazsa, ara beni” dedi, delikanlı ikiletmeden. Ayrıldı kızın yanından bir daha voleybol maçına gitmeden, bir daha okul yolunda önüne çıkmadan. Bir daha onu hiç görmeden. Yıllarca sonra Levent'in söyleyeceği şarkıda ki Sezen'in sözlerini o o zaman biliyordu sanki. Aşk onurlu olmalıydı. Günlerce, haftalarca, aylarca bekledi. Tıpkı, kıza verdiği o dörtlükteki gibi bekledi. Hastanın sabahı, şeytanın günahı beklediği gibi bekledi. Heyecanlı bekledi. Hırsla arzuyla bekledi. Umutla umutsuzlukla bekledi. Bazen öfkeyle bekledi. Bir gün bir şiir antolojisinde şiirin tamamını buldu. İki dörtlüktü şiir. İlki kıza verdiği. Bir ikinci dörtlük daha vardı o kadar. O dörtlüğü de bir kartın arkasına dikkatle yazdı. Cebine koydu. Bekleyiş sürüyor, sürüyordu. Okullar kapandı, açıldı. Aylar, aylar geçti. Bir gün delikanlı kızı aniden karşısında gördü. “Günlerdir seni arıyorum”dedi. “Günlerdir seni arıyorum. İşte sana haber. Artık hayatımda hiç kimse yok!” “Yaa” dedi delikanlı. “Yaa” dedi sadece. Kalbi heyecandan ölesiye çarparken, aylardır ölesiye beklediği an gelip çatmışken, ağzından sadece bu ses çıkmıştı. “Yaaaa!” Cebinde artık iyice eskimiş kartı uzattı kıza. “Sana bir şiirin ilk dörtlüğünü vermiştim ya bir gün” dedi... “Bu da sonu onun” Sonra yürüdü gitti, arkasına bile bakmadan...
Kız ikinci dörtlüğü oracıkta okurken...
“Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni.
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar!”
Aradan yıllar, çok ama çok uzun yıllar geçti. Delikanlı bugün hala düşünüyor. O uzun, çok uzun bekleyiş mi öldürmüştü aşkını? Ya da beklerken, ölesiye beklerken hayalinde öylesine bir sevgili yaratmıştı ki, artık yaşayan hiç kimse bu hayali dolduramazdı. O sevgilinin kendisi bile. hayalindekini canlı tutmak için mi, canlısını silmişti yani? Ya da. Ya da. Bir şiirin romantizmine mi kapılmış, Bir delikanlılık jesti uğruna, mutluluğunun üzerinden öylece yürüyüp gitmiş, acaba? Delikanlı bu soruların yanıtını bugün hala bilmiyor.




BİR KOLLEKSİYON DAHA

Şunu bil ki edindiğin kişiliğin kaderini belirleyecektir. Bilincini ve kişiliğini temiz tut. Başarının gerçek olup olmadığını anlaman için karşılığında neler verdiğine bak. Sunu daima hatırla ki büyük aşk veya büyük yatırım daima büyük risk taşır. İslerin iyi gidiyorsa eğitim bütçeni iki katına çıkar, kötü gidiyorsa dört katına. Önce bilgi edin ve kuralları iyi öğren, sonra iyi düşün, sonra bazı kuralları boz, tekrar düşün ve öylece karar ver.
Dua et; büyük güç verir: Düşün; daha da büyük güç verir. Bazen istediğin bir şeyin olmaması daha hayırlı çıkabilir. Yavaş konuş ama hızlı düşün. Uçarken asla ara verme. Rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman, yelkenlerini rüzgara göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinle ilgilenir. Kaptanın ustalığı deniz durgunken anlaşılmaz.
Küçük bir tartışmanın tüm dostluğu mahvetmesine izin verme. Biraz yalnız kalmaya özen göster. Eğer biri sana cevap vermek istemediğin bir soru sorarsa gülümse ve "neden bilmek istiyorsun?" de. Dürüst, şerefli ve üretken bir hayat yaşa. Yaslanıp geri baktığında ikinci bir defa tadını çıkarırsın ve onurlanırsın.
Tomurcuk derdinde olmayan ağaç odundur. Ve unutma: NE ARADIĞINI BİLMEYEN, BULDUĞUNU ANLAYAMAZ. İnsanlar köprü kuracakları yerde duvar ördükleri için yalnız kaldılar. Kabukta dolaşan böcek, meyvenin tadını alamaz. Kabul edilen bir yanlışlık kazanılmış bir zaferdir. İnsanlar herşeyin fiyatını biliyor, çok az şeyin değerini biliyorlar. Eğer elinizde bir çekiç varsa, herşey gözünüze bir çivi gibi görünmeye başlar.
Eğer bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa, orada güneş batıyor demektir.

BAŞARININ YOLLARINI VE ANAHTARINI SANA VEREMEM, VERMEMELİYİM. NEDENİNİ İYİ DÜŞÜN. ANCAK BAŞARISIZLIĞIN ANAHTARINI VEREBİLİRİM:

KENDİ DERİNLİKLERİNİ UNUTUP, SADECE HERKESE HOŞ GÖRÜNMEYE ÇALIŞARAK, YÜZEYDE YAŞAMAK ..

 

BİZİ BAĞLAYAN KADER

Uzun zaman önce bir ülke varmış refah içinde yaşayan. Ülkenin refah içerisinde yaşamasının sebebi iyi yürekli, dürüst kralı imiş. Kral zaman zaman tebdili kıyafet ülkeyi dolaşır, halkının dertlerini dinler, sorunlara çözüm bulurmuş. Gene böyle bir günde kral dolaşırken, yolu dağ başında bir göl kenarına düşmüş. Gölün kenarındaki ağacın dibine çökmüş aksakallı bir dede, bir elinde bir kese, diğerinde bir kese. Birinden bir taş alıp, diğerinden aldığı taş bağlayıp göle atıyormuş. Bu işe epey bir süre devam etmiş v nihayet bittiğinde, dede yoluna gitmek üzere ayağa kalkmış ve kralla göz göze gelmiş. Kral dedeye sormuş.
“Dede bütün bir gün seni izledim, sen ne iş yaparsın anlayamadım!” demiş. Dede kralın sorusunu şöyle cevaplamış,
“Oğlum ben insanların kaderlerini birbirine bağlaım.”,
“Peki en son kimin kaderini birbirine bağladın?” diye sormuş Kral,
“Kralın güzel kızı ile uşağı Ahmet'in kaderini bağladım.” Demiş aksakallı dede.
Kral bu cevabı alınca dünyası kararmış. Bir yanda güzeller güzeli ak pak biricik kızı, ülkenin prensesi diğer yanda olmamış oğlu kadar sevdiği zenci uşağı Ahmet. Ne yaparım? Nasıl eder de Ahmet'e bir zarar vermeden bu kaderi bozarım diye düşünerek, sarayın yolunu tutmuş. Saraya gidince hemen sevgili uşağı Ahmet'i huzuruna çağırmış ve ona,
“Oğlum Ahmet suna bir mektup vereceğim, bu mektubu alacak ve Güneş'e götüreceksin!” demiş.
Krala sorgu sual edilmez. Biçare Ahmet mektubu ve yolluğunu alarak düşmüş bilinmez yollara, düşmüş ki ne düşmek. Babası kadar sevdiği Kral'ı ona bir görev vermiş ve o bu görevi yerine getirmeli, ama nasıl? Günlerce dere tepe demeden yol gitmiş. Nihayet yorgunluktan bitkin halde iken gördüğü bir ulu ağacın gölgesinde dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış, uyandığında bir de ne görsün! Ağacın az ötesinde bir göl, o göl ki üzerine güneşin aksi vurmuş!
“Kralımın dediği Güneş bu olsa gerek” diyerek, üzerinde sadece külodu kalıncaya kadar soyunarak atmış kendini göle. Dibe doğru yüzmüş, yüzmüş, yüzmüş. Taa dipte, güneşin aksinin tükendiği yerde bir de ne görsün” Şahene bir hazine sandığı, almış sandığı çıkmış çıkmış ama, Ahmet artık zenci değil bembeyaz bir Ahmet. Sadece külodunun olduğu bölge eski rengini taşıyor. “Var bu işte bir hikmet!” demiş ve açmış sandığı. Sandık gerçek bir hazine sandığı, içinde bin bir türlü mücevherat ile birlikte üzerinde “Güneşten Kral'a “ yazan bir zarf. Ahmet ne yapacağını bilemez hale gelmiş bir anda, yeni rengi ve yaşadıkları ile ülkesine dönünce kimsenin kendisine inanmayacağını düşünerek, ülkesine zengin bir tüccar kimliği ile dönme kararı almış.
Dönünce ülkesine, düşleri bir bir gerçekleşmiş. Ülkesinin bu yeni dürürst ve yakışıklı tüccarı ile güzeller güzeli kızını evlendirmeye karar verince kral, dünyalar Ahmet'in olmuş. Kral vermiş vermesine kızını zengin tüccara ama aklı da bir yandan oğlu gibi sevdiği ve hiçbir haber alamadığı uşağı Ahmet de imiş. Gel zaman git zaman damadı ile birlikte bir ziyafet yemeğinde iken yere düşen bir çatalı almak için eğilince Ahmet, şalvarının kenarından kaba eti gözükmüş. Bunu gören Kral gözlerine inanamamış. Yemek bitip de odasına çekilecek iken herkes, koridorun sonuna ilerleyen damadının arkasından seslenivermiş Kral, “Ahmet!”.
Ahmet seneler sonra duyunca gerçek adını, gayri ihtiyari kendisine seslenen Krala dönüvermiş ve “Neler oldu Ahmet, evladım anlat başından geçenleri bana!”
Diyen kralına bütün olanları bir bir anlatmış. Bunun üzerine Kral “Peki güneşin bana gönderdiği mektup?” diye sorunca da hemen odasına koşarak, sandıktan çıkan mektubu almış ve Kral'a vermiş, mektupta şu satırlar yer alıyormuş.
GÜNEŞE YAZI YAZILMAZ…….YAZILAN YAZI BOZULMAZ....

 

CIRCIR BÖCEĞİ

Genç bir çiftçi hayatında ilk defa New York'a gitmişti. Gökdelenlerin yüksekliği ve insanların çokluğundan şaşkına dönmüştü. Kalabalık bir bulvarda yürürken, kulağına aşina bir cırcır böceği sesi geldiğini zannetti. Durdu ve dikkatle dinledi. “Evet, bu bir cırcır böceğiydi.”
Ses büyük bir mağazanın önündeki çalıların arasından geliyor gibiydi. Bunun üzerine bu büyük çalı kümesine yönelip bakınmaya başladı. Bir mağaza görevlisi dışarı çıkıp “Yardımcı olabilir miyim?” diye sordu. “Hayır, teşekkür ederim” dedi genç adam. “Sadece şurada bir cırcır böceğinin sesini duyduğumu sandım.” “Hayır” dedi görevli, “New York'ta bulunmaz.” “Genç çiftçi cırcır böceğini buluncaya kadar cırlak sesi takip etti, onu buldu ve eline aldı. “Tamam işte burada” dedi.
Genç adam bu çalının önünden her saat binlerce insan geçmesine karşılık cırcır böceğini duyanın bir tek kendisi olmasına çok şaşırmıştı. Bunun üzerine küçük bir deneme yapmaya karar verdi. Elini cebine atıp bir çeyrek çıkardı ve havaya attı. Paranın kaldırıma vurduğu anda, düşen bozukluğu aramak için yürümekte olan 24 yaya durdu!
Psikologlar genç adamın şahit olduğu olay için bir kelime kullanırlar. Buna algıda seçicilik denir, ve belli şeyleri görmek ve belli sesleri duymak için kendimizi eğitiriz anlamına gelir.      Charles Lever
Gökyüzüne bakıp kuşları algılayın, kırlara gidip çiçekleri algılayın, çocuklara bakıp saflıklarını, güzelliklerini algılayın, ağaçlara bakıp dallarını, yapraklarını algılayın. Hayvanlara bakıp doğallıklarını algılayın, insanlara bakıp güzelliklerini (mutlaka güzel tarafları vardır) algılayın.
Algıladığınız yalnız para sesi olmasın.

 

ÇOCUĞU KÖTÜ EĞİTMENİN YOLLARI

ÇOCUKLARI KENDİNİZE KARŞI KİNLİ YAPMANIN YOLLARI
“Ona karşı daima aksi ve asık suratlı olun. Niyetinin ne olduğuna bakmaksızın, en küçük kabahatini ceza ile karşılayın.. böyle davrandığınız takdirde size nasıl kin beslediğini görecek, bana hak vereceksiniz...”
HİKAYE
“Güzel Leman' a babası oyuncak bir mutfak takımı almıştı. Pırıl pırıl parlayan bu küçük madeni kapları çok sevmişti. Ona bundan daha güzel bir hediye verilemezdi.
Mutfak takımına kavuştuğu gün, sevincine diyecek yoktu. Onları yıkamış, kurulamış, kutusuna yerleştirmişti. Arkadaşları kendini ziyarete geldikçe mutfak takımlarını çıkarır, onlara yemek pişirir, ziyafet verirdi. Kardeşi kemal, sık sık oyunlarını bozuyorsa da Leman fazla ses çıkarmıyordu.
Bir gün, ablası okulda iken, kardeşi onun mutfak takımlarıyla oynamak istediğini söyledi. Babası da verdi. Kemal kıskanç bir çocuktu. Niyeti oynamak değil, ablasının oyuncaklarına zarar vermekti. Nitekim oynuyormuş gibi yaparak bardaklardan birini ayağı ile ezdi
Leman, eve gelip mutfak takımının dağılmış olduğunu görünce heyecanlandı. Onları düzeltmek isterken ezilmiş bardağı fark etti. Üzüntüden gözlerine iri yaş taneleri doldu. Annesi oyuncakları Kemal'e babasının verdiğini söyleyince sesini çıkarmadı. Acısını kalbine gömdü.
Ertesi gün iki tabak daha aynı akıbete uğrayınca Leman dayanamadı. Ezilmiş bardağı ve tabakları alıp babasına koştu: “Babacığın, görüyor musun; Kemal oyuncaklarımı ne hale getirmiş!..” dedi ve ağlamaya başladı: babasının cevabı ne oldu biliyor musunuz: “ne olmuş yani! Onların ben vermedim mi? Çekil git şimdi başımdan, seninle uğraşacak zamanım yok!”
Leman, kendisi için çok değerli oyuncakların ezilmiş olmasına aldırış etmeyen bu babaya içinden kin besledi. Aradan bir hafta bile geçmemişti ki, küçük kızın pembe yanakları soldu. Eski neşesini kaybetti. O olaydan sonra, babasına sevgi ile baktığını gören olmadı....”



AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜR

Uzun zaman önce, dünya yaratılmadan, insanlar dünyaya ayak basmadan önce,iyi huylar ve kötü huylar ne yapa­caklarını bilemez vaziyette dolanıyorlarmış.Bir gün, toplanmışlar ve her zamankinden daha sakin oturuyorlarken Saflık ortaya bir fikir atmış:"Neden saklambaç oynamıyoruz?"Ve hepsi bu fikri beğenmiş, ve hemen çılgınlık, bağırmış:‘'Ben ebe olmak ve saymak istiyorum, Ben ebe olmak istiyorum!" ve başka hiç kimse Çılgınlığı arayacak kadar çıldırmadığı için, Çılgınlık bir ağaca yaslanmış ve saymaya başlamış, 1, 2, 3 ....Ve Çılgınlık saydıkça,iyi huylarla kötü huylar saklanacak yer aramışlar. Şefkat Ay"ın boynuzuna asılmış;İhanet çöp yığınının içine girmiş;Sevgi bulutların arasına kıvrılmış;Yalan bir taşın altına saklanacağını söylemiş ama yalan söylemiş çünkü gölün dibine saklanmış; Tutku dünyanın merkezine gitmiş;Para hırsı bir çuvalın içine girerken çuvalı yırtmış.Ve Çılgınlık saymaya devam etmiş, 79, 80, 81, 82.....Aşkın dışında bütün iyi huylar ve kötü huylar o ana kadar zaten saklanmış.Aşk, kararsız olduğu gibi, nereye saklanacağını da bilmiyormuş..Bu bizi şaşırtmamalı çünkü hepimiz Aşkı saklamanın ne kadar zor olduğunubiliriz.Ve Çılgınlık 95, 96, 97... ya gelmiş ve 100"e vardığı anda, Aşk sıçrayıp güllerin arasına girmiş ve saklan­mış.Ve Çılgınlık bağırmış :"Sağım solum sobedir, geliyorum!", ve arkasını döndüğünde, ilk önceTembelliği görmüş, o ayaktaymış çünkü saklanacak enerjisi yokmuş. Sonra Şefkati ayın boynuzunda görmüş,ve İhaneti çöplerin arasında, Sevgiyi bulutların arasında, Yalanı gölün dibinde, ve Tutkuyu dünyanın merkezinde, hepsini birer birer bulmuş, sadece biri hariç.Ve Çılgınlık umutsuzluğa kapılmış, en son saklı kişiyi bulamamış, derkenHaset, bulunamadığı için haset duyarak,Çılgınlığın kulağına fısıldamış:"Aşkı bulamıyorsun, O güllerin arasında saklanıyor."Ve Çılgınlık çatal şeklinde tahta bir sopa almış, ve güllerin arasına çılgınca saplamış,saplamış, saplamış, ta ki yürek burkan bir haykırma onu durdurana kadar. Ve haykırış­tan sonra, Aşk elleriyle yüzünü kapayarak ortaya çıkmış, ve parmaklarının arasından gözlerinden iki sicim gibi kan akıyormuş, Çılgınlık Aşkı bulmak için heyecandan Aşkın gözlerini çatal sopa ile kör etmiş.
"Ne yaptım ben? Ne yaptım ben?'' Diye bağırmış.
"Seni kör ettim. Nasıl onarabilirim?" Ve Aşk cevap vermiş,
"Gözlerimi geri veremezsin. Ama benim için bir şey yapmak istersen, benim kılavuzum olabilirsin."
Ve o günden beri, Aşkın gözü kördür ve her zaman Çılgınlık yanındadır..."

 

ESKİ BİR İBRANİ HİKAYESİ

Bir zamanlar dağda, kızgın güneşin altında, mermer taşlarını yontmaktan bezmiş bir mermer yontucusu varmış.
“Bu hayattan bıktım artık. Yontmak! Devamlı mermer yontmak... öldüm artık! Üstelik bir de bu güneş, hep bu yakıcı güneş!AH! Onun yerinde olmayı ne kadar çok isterdim, orada yükseklerde her şeye hakim olacaktım, ışınlarımla etrafı aydınlatacaktım.”Diye söylenir durur yontucu.
Bir mucize eseri olarak dileği kabul olunur ve yontucu o an güneş olur. Dileği kabul edildiği için çok mutludur. Fakat tam ışınlarını etrafa yaymaya hazırlandığı sırada ışınlarının bulutlar tarafından engellendiğini fark eder.
“Basit bulutlar benim ışınlarımı kesecek kadar kuvvetli olduklarına göre benim güneş olmam neye yarar!” diye isyan eder.“Mademki bulutlar güneşten daha kudretli bulut olmayı tercih ederim.”
O zaman hemen bulut olur. Dünyanın üzerinde uçuşmaya başlar, oradan oraya koşuşur, yağmur yağdırır fakat birdenbire rüzgar çıkar ve bulutları dağıtır.
“Ah, rüzgar geldi ve beni dağıttı, demek ki en kuvvetlisi o öyleyse ben rüzgar olmak istiyorum.”diye kara verir.
Ve dünyanın üzerinde eser durur, fırtınalar estirir, tayfunlar meydana getirir. Fakat birdenbire önünde kocaman bir duvarın ona mani olduğunu görür. Çok yüksek ve çok sağlam bir duvar. Bu bir dağdır.
“Basit bir dağ beni durdurmaya yettiğine göre benim rüzgar olmam neye yarar.”
Der.O zaman dağ olur. Ve o anda bir şeyin O'na durmadan vurduğunu hisseder. Kendinden daha güçlü olan şeyin, O'nu içinden oyan şeyin..... Bu.....küçük bir mermer yontucusudur.

 

GERÇEK SEVGİ

“Bebeğimi görebilir miyim” dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu... Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı.Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak“Büyük bir çocuk bana ucube dedi.”Küçük çocuk bu kader­sizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi; eğer insanların arasına karışmış olsaydı. Annesi, her zaman ona “Genç insanların arasına karışmalısın” diyordu, ancak aynı zamana yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu.Delikanlının babası, aile dokto­ruyla oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;“Hiçbir şey yapılamaz mı?”diye sordu. Doktor“Eğer bir çift kulak buluna­bilirse, organ nakli yapılabilir”dedi. Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. İki yıl geçti. Bir gün babası“Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır”dedi. Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı.Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu.Yıllar geçmişti, bir gün babasına gidip sordu:“Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım”“Bir şey yapabileceğini sanmıyorum” dedi babası, “fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil..” Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi.Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi. Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Ba­bası yavaşça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti; annesinin kulakları yoktu.“Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu” diye fısıldadı babası”. Ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi? Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değil­dir, ancak kalptedir! Gerçek mutluluk gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir. Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!”

 

EMİLY

"Bizim kentimiz" isimli bir oyun vardır. Bu oyundaki en dokunaklı sahnelerden biri küçük Emily"nin ölüsü, mezarlığa ötürülüsü ve orada Tanrının ona bir gün için yasama geri dönebileceğini söyleyişidir. Kız geriye dönüsünde on ikinci yas gününü yeniden yasamayı ister. Evinin merdivenlerinden doğum günü elbisesini giyinik olarak iner. Sacları bukle bukledir. Pek mutludur. Annesi ona pasta yapmakla meşguldür. Ve dönüp kızına bakmaz. Baba eve girer. O anda elindeki defter, kağıt ve kazandığı paralarla meşgüldür. O da Emily"e bakmaz. Erkek kardeşi de sahnededir, o da Emily"i görmez. Sonunda Emily sahnenin ortasında doğum günü giysileriyle yapayanlız kalır ve söyle der; "Lütfen biriniz bana bakin" Annesinin yanına gider ve, "Anne, lütfen yanlız bir dakika bana bak" der. Ötekilere de yalvarır. Kimse onu duyup bakmaz. O zaman kız Tanrıya döner ve suna benzer bir şeyler söyler; "Beni alıp götürün. İnsan olmanın bu denli güç olduğunu unutmuşum ben. Hiç kimse çevresindekilere bakmıyor artık" Simdi birbirimizi dinlemenin tam zamanı. İşitilmeye muhtacız

 

HAYATTAN DERS ALMALI

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir kasabada yaşayan dünyalar güzeli bir kız varmış. Bu kız öyle güzelmiş ki çok uzak şehirlerden ve ülkelerden çok zengin, çok yakışıklı, asil pek çok delikanlı onu görmeye gelirmiş. Kendisiyle evlenmek isteyen nice prensi, nice şovalyeyi reddeden güzel kız kimseleri beğenmezmiş.
Bu arada aynı kasabada yaşayan ve bu kıza aşık olan bir delikanlı da bu kızı istemiş. Ama kız onu da reddetmiş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Bizim delikanlı kasabadan ayrılmış. Kendine başka bir hayat kurmuş ve evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış.
Bir gün yolu bir zamanlar yaşadığı güzel, küçük kasabaya düşmüş. Orada tanıdık birine rastladığında aklına bir zamanlar orada yaşayan dünyalar güzeli kız gelmiş ve ona ne olduğunu sormuş. Yaşlı adam önünde gül bahçesi olan bir evi göstererek kızın evlendiğini söylemiş. Bizimki bir zamanlar herkesi reddetmiş olan kızın kocasını çok merak etmiş. Bir gün gizlenip kocasını evden çıkarken görmüş. Kızın kocası şişman, kel ve çirkin mi çirkin bir adammış. Kız kapıyı açınca kendini tanıtmış ve neden böyle bir adamla evlenmiş olduğunu sormuş. Kız da ona, arkasındaki gül bahçesinden en güzel gülü koparıp getirirse, cevabı vereceğini, bu arada tek şartının bahçede ilerlerken, geriye dönmemesi olduğunu söylemiş.
Adam da bunun üzerine yüzlerce gülün olduğu bahçede ilerlemeye başlamış. Birden çok güzel sarı bir gül görmüş. Tam ona doğru eğilirken biraz ilerde kocaman pembe bir gül gözüne çarpmış. Tam ona uzanırken daha ilerde muhteşem güzellikte kırmızı bir gül goncası görmüş. Tam onu koparırken ilerde.
Derken bir de bakmış ki bahçenin sonuna gelmiş ve mecburen oradaki sonuncu gülü koparıp kıza götürmüş.
Bahçenin en güzel gülünü beklerken kız bir de ne görsün yaprakları solmuş cılız bir gül. Gülmüş adama.
“Bak gördün mü”demiş, “Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve sen sonunda en kötüsüne bile razı olmak zorunda kalırsın. Bu yüzden gençlik gitmeden doğru seçimler yapmayı öğrenmek gerekir.”

 

HER ŞEYDE BİR HAYIR VARDIR.

İki melek yeryüzünü dolaşmaya çıkmışlar. Tabii insan kılığında. Akşam olmuş. Kentin en zengin semtinde lüks bir villanın kapısını Tanrı misafiri olarak çalmışlar. Ev sahipleri somurtarak buyur etmişler onları. Yemek falan teklif etmemişler. Sıcacık misafir odaları yerine, buz gibi ve nemli bodruma iki şilte atıp;“Geceyi burada geçirebilirsiniz”demişler. Şilteleri betona sererken, yaşlı melek duvarda bir çatlak görmüş. Elini uzatmış. Şöyle bir sürmüş yarığa. Duvar eskisinden sağlam olmuş. Genç melek:“Niye yaptın bunu?” diye sormuş merakla.
“Her şey her zaman göründüğü gibi değildir” demiş yaşlı melek yavaşça.Ertesi akşam melekler bir köy evinde çok fakir, ama çok iyiliksever bir aileye misafir olmuşlar. Her şeyleri bir tanecik inekleri imiş. Onun sütünü satıp geçiniyorlarmış. Ev sahipleri mütevazı sofralarına almış onları. Allah ne verdiyse beraber yemişler. Yatma zamanı gelince kadın:“Siz uzun yoldan geliyorsunuz, yorgun olmalısınız”demiş. “Bizim yatakta siz yatın, bir rahat uyuyun. Biz şu divanda idare ederiz.”Güneş doğarken uyanan melekler, zavallı adamla karısını iki gözleri iki çeşme ağlar bulmuşlar. Hayattaki tek servetleri inekleri bahçede ölü yatıyormuş. Genç melek öfkeden deliye dönmüş.“Bunu nasıl yaparsın. Bu kadar iyi insanların yegane servetinin ölmesine nasıl izin verirsin. Önceki gece gittiğimiz villada her şey vardı, ama kötü ev sahipleri bize hiçbir şey vermediler. Sen onların bodrumlarını tamir ettin. Bu fakir insanlar bizimle her şeylerini paylaştılar ineklerinin ölmesine göz yumdun?..”“Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş, yaşlı melek gene.“Nasıl yani?” diye daha da öfkeyle yinelemiş sorusunu genç melek.“Her şey her zaman göründüğü gibi değildir evlat” demiş yaşlı melek bir daha. Ve anlatmış.
“İlk gittiğimiz zengin evinin o duvar çatlağının içinde yıllar önceden saklanmış bir hazine vardı. Ev sahipleri, zenginlikleri ile çok mağrur, ama hiç paylaşmayı sevmeyen insanlar oldukları için bu defineyi bulmayı hakketmemişlerdi. Çatlağı kapayıp, onları bu hazineden ebediyen mahrum ettim. Dün gece fakir köylünün yatağında yatarken ölüm meleği, adamın karısını almaya geldi. Kadının hayatını bağışlamasına karşılık ona ineği verdim. her şey her zaman göründüğü gibi değildir. İşler bazen istendiği gibi gitmez göründüğünde, aslında olan budur. Eğer inançlı isen, her işte bir hayır olduğunu düşünürsün. O hayrın ne olduğunu da, bir süre sonra anlarsın.”

 

İKİ ERKEK KARDEŞ

Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve karlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:“Ürünümüzü ve karımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil” dedi, “Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok.”Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:“Ürünümüzü ve karımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak” diyordu.Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu.Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar.
Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.SEVGİYLE KALIN.

 

İNSANLARI KUSURLARIYLA SEVMEK

Vietnam"da savaştan sonra sonunda evine dönmekte olan bir asker hakkında bir hikaye anlatılır.
San Francisco”dan ailesini aradı : "anne baba eve dönüyorum ama sizden bir şey rica ediyorum yanımda bir arkadaşımı da getirmek istiyorum" "memnuniyetle onunla tanışmak isteriz diye cevapladılar"
oğulları : "bilmeniz gereken bir şey var" diye devam etti. Arkadaşım savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir kolunu ve bir bacağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok, onunda gelip bizimle kalmasını istiyorum. Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz. Hayır anne baba onun bizimle yaşamasını istiyorum. Oğlum dedi babası bizden ne istediğini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur, bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır. Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ama bir kaç gün sonra san Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne baba hemen san Francisco”ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler. Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı. Bu hikayedeki aile de bir çoğumuz gibi. Güzel olan yada birlikte olmaktan zevk aldığımız insanları sevmek bizim için çok kolay ama bize rahatsızlık veren ya da yanlarında kendimizi rahatsız hissettiğimiz insanları sevmiyoruz. Bizim kadar sağlıklı güzel ya da akıllı olmayan insanların yanından uzak durmayı tercih ediyoruz. Neyse ki bize bu şekilde davranmayan biri var.Biz ne kadar bozulmuş olursak olalım bizi sonsuz ailesinin yanına çağıran şartsız sevgiyle seven biri. Bu gece uyumadan önce insanları olduğu gibi
kabul edebilmemiz ve bizden farklı olanlara karşı daha anlayışlı olabilmemiz için gereken gücü vermesi için Allah'a kısa bir dua edelim. Kalbimizde arkadaşlık adında bir mucize var. Nasıl olduğunu
veya nasıl başladığını anlamazsınız. Ama bu özel armağanı bilirsiniz ve arkadaşlığın tanrının en büyük armağanı olduğunu anlarsınız. Gerçekten de arkadaşlar çok nadide mücevherlerdir. Sizi gülümsetip başarmanız için cesaret verirler. Sizi dinlerler ve kalplerini size açmak isterler. Bugün arkadaşlarınıza onlarla ne kadar ilgilendiğinizi gösterin.

 

KAÇ KIRLANGIÇ KOVALADINIZ

Kırlangıcın biri,bir adama aşık olmuş.Pencerenin önüne konmuş,bütün cesaretini toplamış,röleli tüylerini kabartmış,güzel durduğuna ikna olduktan sonra küçük sevimli gagasıyla cama vurmuş.Tık..tık..tık..Adam cama bakmış.Ama içeride kendi işleriyle uğraşıyormuş.Biraz meşgulmüş!Kimmiş onu işinden alıkoyan?Minik bir kırlangıç!Heyecanlı kırlangıç,telaşını bastırmaya çalışarak,deriiiinn bir nefes almış,şirin gagasını açmış,sözcükler dökülmeye başlamış."-Hey adam!Ben seni seviyorum.Nedenini,niçinini sorma.Uzun zamandır seni izliyorum.Bugün cesaret buldum konuşmaya.Lütfen pencereyi aç ve beni içeri al.Birlikte yaşayalım".Adam birden parlamış."-Yok daha neler?Durduk yerde sende nerden çıktın şimdi?Olmaz,alamam "demiş. Gerekçesi de pek sersemceymiş."Sen bir kuşsun!Hiç kuş,insana aşık olur mu?"Kırlangıç mahcup olmuş.Başını önüne eğmiş.Ama pes etmemiş,bir süre sonra tekrar pencereye gelmiş,gülümseyerek bir kez daha şansını denemiş:"Adam,adam!Hadi aç şu pencereyi.Al beni içeri!Ben sana dost olurum.Hiç canını sıkmam!".Adam kararlı,adam ısrarlı:"Yok,yok ben seni içeri alamam "demiş.Biraz daha kabalaşmış ve lafı kısa kesmiş."İşim gücüm var,git başımdan".Aradan bir zaman geçmiş,kırlangıç son kez adamın penceresine gelmiş:"Bak soğuklar da başladı,üşüyorum dışarıda.Aç şu pencereyi al beni içeri.Yoksa sıcak yerlere göç etmek zorunda kalırım.Çünkü ben ancak sıcakta yaşarım.Pişman olmazsın,seni eğlendiririm.Birlikte yemek yeriz,bak hemde sende yalnızsın,yalnızlığını paylaşırım "demiş.Bazıları gerçekleri duymayı sevmezmiş.Adam bu yalnızlık meselesine içerlemiş.Pek bir sinirlenmiş."-Ben yalnızlığımdan memnunum "demiş.Kuştan onu yalnız bırakmasını istemiş.Düpedüz kovmuş.Kırlangıç,son denemesinden de başarısızlıkla çıkınca başını önüne eğmiş,çekip gitmiş.Aradan zaman geçmiş.Adam önce düşünmüş,sonra kendi kendine itiraf etmiş:"-Hay benim akılsız başım."demiş."-Ne kadar aptallık ettim!Beklenmedik bir anda karşıma çıkan bir dostluk fırsatını teptim.Niye onun teklifini kabul etmedim ki?Şimdi böyle kös kös oturacağıma keyifli bir vakit geçirirdik birlikte."Pişman olmuş olmasına ama iş işten geçmiş.Yine de kendi kendini rahatlatmayı ihmal etmemiş:"Sıcaklar başlayınca,kırlangıcım nasıl olsa yine gelir.Bende onu içeri alır,mutlu bir hayat sürerim "diye düşünmüş ve çok uzunca bir süre,sıcakların geçmesini beklemiş.Gözü yollardaymış.Yaz gelmiş,başka kırlangıçlar gelmiş ama...Onunki hiç görünmemiş.Yazın sonuna kadar penceresi açık beklemiş ama boşuna.Kırlangıç yokmuş!Gelen başka kırlangıçlara sormuş ama gören olamamış.Sonunda danışmak ve bilgi almak için bir bilge kişiye gitmiş.Olanları anlatmış.Bilge kişi gözlerini adama dikmiş ve demiş ki;"Kırlangıçların ömrü 6 aydır..." Hayatta bazı fırsatlar vardır,sadece bir kez elinize geçer ve değerlendirmezseniz uçup gider.Hayatta bazı insanlar vardır,sadece bir kez karşınıza çıkar ve değerini bilmezseniz kaçıp giderler. Ve asla geri gelmezler.Dikkatli olun...Farkında olun..Ve bir düşünün bakalım acaba siz bugüne kadar pencerenizden kaç kırlangıç kovdunuz???

 

KİMİN KALBİ

Delikanlı alaca karanlıkta yürürken, yumuşak bir şeye çarptığını fark etti. Eğildi baktı. Aman Allahım!. Ayaklarının arasında, bir kalp duruyordu. Tıpkı resimlerdeki gibi, diri ve kanlıydı. Onu büyülenmişçesine avuçlarına aldığında, dehşetten çıldıracaktı. Kalp tıp tıp atıyordu ve sımsıcaktı.
Delikanlı, sanki ellerine yapışıp bir başka uzvu haline geliveren kalpten kurtulmak istiyor, fakat ne olduğunu bilmediği, kestiremediği duygular tarafından engelleniyordu. Bir müddet sonra sakinleştiğinde, onun sahibini bulmak için en yakındaki evin kapısını çaldı ve zincir aralığından bakan genç kıza;
“Bu kalp sizin mi?” diye sordu. “Biraz önce buldum onu.”
Kız, mahcup bir ifadeyle; “Ben kalbimi, üç ay önce rastladığım bir vefasıza kaptırdım” dedi. “Yandaki eve sorun, onların olabilir.”
Kızın gösterdiği ev, göz kamaştırıcı bir villaydı. Kapıyı açan hizmetkarlar, onu üst kata çıkartarak evin beyine götürdüler. Delikanlı, yumuşacık halıların üzerine damlayan kanları ayağıyla örtmeye çalışırken;
“Bu kalp sizin mi acaba?” diye sordu. “Hala atıyor da”
Beyefendi , ışıl ışıl parıldayan kristal kadehinden höpürtülü bir yudum çekerek;
“Ben kalbimi dünyaya sattım, canikom” diye sırıttı. “Komşu evde bir yaşlı ihtiyar var, belki o bilir sahibini...”
Delikanlı, hızla soğumaya başlayan ve atışları gittikçe yavaşlayan kalbi bitişik kulübedeki yaşlı ihtiyara koşturarak;
“Bu sizin mi?” diye sordu. “Çabuk olun, neredeyse duracak.”
Yaşlı adam, okumakta olduğu Kutsal kitabı yavaşça kapatırken;
“Ben kalbimi, her şeyimle Allah'a verdim evlat” diye gülümsedi. “Elindekinin sahibini, neden gidip anne ve babana sormuyorsun?”
“Her ikisi de yaşlanıp bunadı.” Diye söylendi genç. “Bir bebek gibi alaka görmek istediklerinden, üç gün önce kavga edip onları terk ettim.”
İhtiyar adam, büyük bir üzüntüyle; “Terk ettin ha...!” diye mırıldandı. “Terk ettin demek”
Delikanlı, söylenenlere karşı kayıtsız görünüyordu. Oysa ki yaşlı adam, beklediği cevabı çoktan almıştı. Delikanlıya doğru emin adımlarla ilerledi ve iki eliyle kavradığı delikanlının gömleğini bir hamlede yırtarak göğsünü açıverdi. Delikanlının sol göğsünde, avuçlarında tuttuğu kalp büyüklüğünde kanlı bir boşluk vardı.

 

KÖRLERİN HİKAYESİ

Büyük dostum Prof.Sadun Aren, HG. Wells"in bir hikayesini anlattı. Dere tepe, dağ ova dolaşmasını seven tek gözlü bir adam varmış. Yürür yürür gidermiş, gider gider yürürmüş.
Bir gün uzaklarda renkleri karmakarışık bir köy görmüş; alacalı bulacalı garip bir köy. Yaklaşmış köye doğru. Yolları bir tuhaf, evleri bir tuhaf, insanları bir tuhafmış köyün...
Girince köyün içine anlamış meseleyi. Körler köyüymüş burası. Kadınların, erkeklerin, çocukların, velhasıl herkesin sımsıkı kapalıymış gözleri...
Gezginci adam karar vermiş burada yaşamaya:
Hiç değilse benim bir gözüm var, diyormuş.
Körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler. Ben de bunların başına geçer yaşarım.
Körlerin gözleri yokmuş ama elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Kendilerine göre kurdukları bir düzen içinde yuvarlanıp gidiyorlarmış.
Adam şaşkın hallerine bakıyormuş onların. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu başka türlüymüş
Bir gün körlerden biri öteki körün malını aşırmış. Sadece tek gözlü adam görmüş bunu. Bağırarak ilan etmiş:
- Filanca malını çaldı falancanın.
Körler:
- Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki, demişler.
- Ben duymadım, gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.
Körler göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi.
- Ne demek görmek, demişler, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?
- Anlıyorum tabii...
- inanmayız, imtihan edeceğiz seni.
Adamı almışlar, uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini.
- Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz, demişler.
Adam anlatmış:
- Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, Şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...
Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar:
- Anlatsana...
- İçeri girdiniz göremiyorum ki...
Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu:
- Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat, demişler.
- Arada duvar var görmüyorum.
Körler :
- Sen atıyorsun, demişler. Demincek tesadüf etti.
Bak, şimdi bilemiyorsun.
- Çıkın dışarı, söyleyeyim.
- Bu kadar uzaktan duyunca ha içersi, ha dışarısı, ne çıkar yani...
- Ben duymuyorum, ben görüyorum, diyormuş adam.
- Öyle şey olmaz, demiler. Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni..
Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii... Elleriyle yoklamaya başlamış adamı. Yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken:
- Buldum, demiş. Bozukluk burada...
Adamın açık olan gözünü kastediyormuş hekim ve:
- Saçmalaması bundan dolayı, diyormuş. Ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...
Körler ülkesine kral olmaya kalkan gezginci zor bela kurtarmış kendini oradan.
Körler görenleri anlayamazlar. Saçmalıyor sanırlar ve onu da düzeltip kendilerine benzetmek için gözlerini çıkarmaya uğraşırlar.
NOT : yirmi sekiz yıl önce yazılmış bir yazı... "Geçip giderken" den...
DÜŞÜN !KONUŞ !DİNLE !


KURABİYE HIRSIZI

Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı uçağının kalkmasına
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve
Bir paket kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, ama yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü de saatteydi, “kurabiye hırsızı” yavaş yavaş tüketirken
Kurabiyelerini.
Kulağı saatin tiktaklarındaydı ama yine de engellemiyordu tik
Taklar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, “Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini!”
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca, “Bakalım şimdi ne
yapacak?” dedi kendi kendine.
Adam yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla,
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkı kapısına,
Dönüp bakmadı bile “kurabiye hırsızı”na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.
Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye”
Çaresizlik içinde inledi, “Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!”
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan, “kurabiye hırsızı” kendisiydi işte.

 

NASIL BAKARSAN ÖYLE GÖRÜRSÜN

Fransa'da, ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk işçiye yaklaşır ve sorar:“Ne yapıyorsun?”“Nesin sen, kör mü?” diye öfkeyle bağırır işçi.“Bu parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter.”Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar:“Ne yapıyorsun?” İşçi cevap verir:“Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi.”Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler.“Ya sen ne yapıyorsun?” diye sorar.“Görmüyor musun?” der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak. “Bir katedral yapıyorum.”Bu hikayenin enteresan tarafı her üç işçinin de aynı işi yapıyor olmaları.Görmeyi seçtiğiniz yol sizin tutumunuza bağlıdır. Bugün hava biraz bulutlu mu yoksa biraz güneşli mi? Güllerin dikeni mi vardır, dikenli dalların gülleri mi? Bardağın yarısı boş mudur, yarısı dolu mu? Yoksa bardak olması gerekenin iki katı büyüklükte midir?Seçim size ait....

 

ONU NE KADAR ÇOK SEVDİM

Rahip, mezarlıktaki işini bitirmek üzereydi. O anda elli yıllık karısını kaybeden 78 yaşındaki adam:
“Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek çığlık çığlığa ağlamaya başlamıştı.
Yaşlı adamın yaşlı sesi törenin asil sessizliğini bozmuştu. Mezar başındaki diğer aile bireyleri ve dostlar şok olmuşlardı, utanç içindeydiler. Yetişkin çocukları al al moru mor babalarını yatıştırmaya çalıştılar:
“Tamam, baba. Seni anlıyoruz”
Yaşlı adam gözlerini dikmiş kazılan mezara yavaş yavaş inen tabuta bakıyordu. Rahip törene devam etti. Törenin sonunda, aile bireylerini ölüm töreninin kapanışı olarak tabutun üstüne toprak atmaya çağırdı. Yaşlı adam hariç hepsi sırayla toprak attırlar.
Yaşlı adam hala:
“Onu ne kadar çok sevdim ”diye sesli sesli konuşuyordu.
Kızı ve iki oğlu konuşmasını engellemek istediler, ama o devam etti,
“Onu sevmiştim!”
Kalabalık mezarlığı terk etmeye hazırlanırken, yaşlı adam gitmemekte direniyordu. Gözlerinimezara dikmiş bakıyordu. Rahip yaklaştı:
“Kendinizi nasıl hissettiğinizi biliyorum, ama gitme zamanı geldi. Buradan ayrılmalı ve kendimizi hayatın akışına bırakmalıyız.” Dedi.
Yaşlı adam çaresizlik içinde bir kez daha “Onu ne kadar çok sevdim.” Diyerek söylendi.
“Beni anlamıyorsunuz,” dedi Rahip'e “Ben bunu ona sadece bir kere söyleyebildim.”
*Zil çalmadığı sürece zil değildir.
*Şarkı söylenmediği sürece şarkı değildir.
*Sevgi gönlümüzde tutsak olsun diye yaratılmamıştır,
Sevgi insanlara verdiğiniz sürece sevgidir.

 

SEVMEK

Sevmek inanmaktır. Sevmek yasamaktır. Sevdiğini kendisi gibi, kendisinden de çok duyumsamaktır. Sevmek sevdiği olmaktır. Sevmekte ikilikler kalkar, bir olmalara gidilir. İki ten, iki kalp, iki gönül yoktur sevgide. Tek bir kalp olunur, tek bir yürek olunur. Sevmek paylaşmaktır . Sevdiğiyle sevdiğini paylaşmaktır. Sevdiğiyle kalbini bölüşmektir sevmek. Ki tek kalp olunsunSevgide son yoktur. Sevgiler hiçbir zaman son bulmazlar. Biten sevgiler yoktur, bitmiş gibi görünen sevgiler vardır. Vazgeçiş de yoktur sevgide. Yaşandıkça yaşatılır sevilen. Ama kimi zaman sevgili için kimi zamansa sevginin bir gereği olarak saklanır bu aşklar. Vazgeçiş yoktur, vazgeçmiş gibi görünmek vardır o yüzden.Sevmekte istemek yoktur. Sevgilinin olduğu yerde son bulur istekler. Bir şey varsa istediğin bu senin için değil, sevgili için istediğindir. Ondan Onun adına istersin. Onu daha sonsuz sevebilmek için istersin. Sevme özgürlüğünü istersin, kabul edilmesini istersin. İstersin ama bir gün gelir bu istekler de son bulur. Kendinden istersin artık. Sevgiliyi daha çok sevmek istersin kendinden. Sonsuz kılmak istersin. Bu yolda sevgili olur mu, olmaz mi bunu sevgilinin isteği belirler. Sevmek sevgiliyi istememeyi öğrenmektir. Sevmek sevgiliyi sevgili olmadan sevmektir. Sevmek; sevmek istemektir.
Sevmek, beklememektir. Beklentilerin son bulduğu bir duraktır o. Öyle ki tüm gerçekler, tüm dünya silinir gider. Ne Ondan anlaşılmayı beklersin, ne onu anlamayı. Ne onun gelmesini beklersin, ne onun Leyla, Mecnun olmasını. Beklediğin bir şey yoktur sevmeyi becermek dışında.
Sevmek, gücenmemektir. Sevmek sevgililerin hiçbir sözüne üzülmemeyi öğrenmek demektir. Sevgilinin olum hançerine bile hayır dememektir sevmek. Onun vurusuna, onun tokadına alınmamaktır, sevgiliden gelen her hareketi ve her sözü kabullenmektir. İhanetlere, hainliklere bile üzülmemektir. Sevgiliden gelen öl emrine bile ölürüm diyebilmektir. Kendi elleriyle kalbini bir bıçak ucuna koymaktır sevmek. Sevmek ölmektir.
Sevmek, ölmesini bilmektir. Sevgili için yasamaktır. Onun eli, kolu, gözü, kalbi olmaktır. Ama artık onun bir şeyi olunmadığı bir zaman ölmesini bilmektir!
Sevmek, vermektir. Sevmek sevdiği için almasını bilmektir. Almamaya yemin ederek vermektir. Ama almalarda kurtaracaksa sevgiliyi almasını bilmektir sevmek!
Sevmek, tükenmektir. Sevmekten ölürken tekrar varolmaktır o sevgiden. Sevmek sevgilinin gel deyisine hayır demektir. Sevgilinin askıyla boğuşurken, yüzerken o aşk denizinde sevgilinin uzanan eline hayır demektir. Sevgilinin bakan gözüne bakmamaktır sevmek. Ağlayan gözlere şefkat ve tebessümle yanıt verebilmektir.
Sevmek, sevgili olmaktır. Sevgilinin yüzündeki gülücük olmaktır. Onu yasama döndürecek bir damla su olmaktır. Sevmek sevgilinin limanı olmaktır. Sevmek sevdiğinin canı olmaktır. Onun ölümü isteyebileceği canı olmaktır.
Sevmek yangın olmaktır. Yanmaktır, kor olmaktır. Dağ olmaktır, evren olmaktır. Her şey olmaktır, hiç olmaktır. Alev olup girmektir gönüllere. Sevmek yürümektir gönüllerde.
Sevmek güvenmektir. Sevmek onaylanmaktır. Sevmek sevgiliye bir nefes gibi, bir ses gibi yakın olmaktır. Sevmek çok ötelerde olsa bile yasamak ve yakın olmaktır sevgiliye.
Yakınlılıktır, doğallıktır, özdenliktir sevmek. Yalansızlık, içtenlilik, olumsuzluluktur sevmek. İlk insanin, Havva"nın Adem"in saflığını ve temizliğini, çocuk masumluğunu taşımaktır sevmek. Gözyaşı olmaktır, yağan yağmur olmaktır. Bir sonbahar mevsiminin sarı yaprağı gibi yalnız olmaktır sevmek. Sevgilisizken sevgiliyi sevmektir.
Sevmek üşümektir. Sevgilinin yokluğuna üşümektir. Sevgiliyle her şeyi göze almaktır sevmek. Ki sevgilinin olduğu cehenneme yürümektir. Sevgilinin olmadığı Cennete de gitmemektir sevmek. Sevmek, sevgiliyi cennet etmektir.
Sevmek bir olmaktır. Sevmek yasamaktır. Ve sevmek inanmaktır. Sevmek bir başkasının hayatını yasamaktır.
Sevmek sevmesini hakketmektir. Sevmek sevgilinin baktığı yerde, sustuğu yerde olmaktır. Sevmek sevgilisiz gecen gecelerin sabahına varmaktır. Sevmek saz benizli sabahlarda yasamaktır sevgiliyi.
Sevmek sevmesini bilmektir. Sevmek ölmesini bilmektir. Sevmek olmaktır. ASK olmaktır.
Aşk bir kere sevmektir. Sevmek askın kendisi olmaktır.
Ölümü Özlemeyen Askı Anlayamaz

 

TUZLU KAHVE

Kıza bir partide rastlamıştı. Harika bir şeydi. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki.. Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti. Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı.. "Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı .. "Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi .. "Kahveme koymak için .." Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı.. Kahveye tuz!.. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi.. Delikanlı anlattı: "Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar .. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.." Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının .. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri.. Kız da konuşmaya başladı.. Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak.. ..Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.. Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü.. 40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle diyordu, satırlarında.. "Sevgilim, bir tanem.. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?. Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken "Tuz" çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok..
İşte gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da..
" Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu.. Gözleri nemlendi kadının.. "Çok tatlı!.." dedi..

 

WANTED ONU TANIYORMUSUNUZ?

 Çocuk Pazar sabahı saat 8.30 da uyandı. Cuma günü okuldan gelirken “bu hafta sonu önceki haftalardan farklı olacak. Kalan derslerimi tamamlayacağım ve önümdeki hafta içindeki sınavlara iyi hazırlanacağım.Diye karar vermişti. Bu sebeple Cuma akşam üstünü ve geceyi çok iyi geçirdi. Televizyon seyretti, müzik dinledi, uzun uzun telefonla görüştü ve gece oldukça geç saatte yattı. Çünkü ders çalışması için daha önünde uzuuun uzuuun iki gün ve iki gecesi vardı. Cumartesi günü arkadaşlarıyla beraber oldu. Biraz dolaştılar her zaman gittikleri yere gittiler. Sohbet ettiler sohbete o kadar çok dalmışlardı ki zamanın nasıl akıp geçtiğini fark etmedi bile. Ders çalışmadığı için zaman zaman biraz rahatsızlık duyduğu oldu ancak içinden gelen bu huzursuzluğu”daha önümde koskoca bir Pazar var” diyerek bastırdı.
 Pazar sabahı, işte bu şartlar altında 9,00 da uyandı. Önce güzel bir sabah kahvaltısı yaptı. Sonra sabah gazetelerini şöyle bir göz geçirdi. Ders çalışmak için sabah azimliydi. Saat 10.30 olmuştu. Şöyle bir televizyona göz atıp odasına geçmek istedi fakat film öyle heyecanlıydı ki bir türlü televizyonun başından kalkamıyordu. Önünde daha koskoca bir Pazar günü olduğunu düşünerek bu filmi izlemesinde bir sakınca olmadığına karar verdi.
 Film bittiğinde saat 12.00 ı geçiyordu. Hafta içi günlerde bu saatte yemek yemeğe alışkın olduğu için karnı acıktı. Annesinin özenle hazırlamış olduğu yemekleri yerken evdekilerle koyu bir sohbete girdi. Yemekten sonra yine çalışma odasına yönelmişti ki televizyonda maç yayını başlamıştı. Haftanın en önemli maçıydı. Bu maçı seyretmek için insanların birbirini çiğneyip, dünyanın parasını verdiklerini düşününce ayağına kadar gelen bu maçı seyretmemenin büyük kayıp olacağını düşündü. Tüm hafta bu maç konuşulacaktı maç biter bitmez ( nasıl olsa 90dak.) sıkı bir şekilde çalışmaya başlamaya karar vererek maçı izlemeye koyuldu.
 Maç bittiğinde hafta sonu yaşadıklarını düşünmeye başlamıştı ki annesi içeriden çayın hazır olduğunu duyurdu. Oda çayı içip ders başına geçmenin doğru olacağına karar verdi çay bittiğinde üzerine bir ağırlık çökmüştü. Haftanın yorgunluğu , maçın gerginliği, sınav stresleri ve çayla birlikte yenilenler ... onu iyice gevşetmişti ” nasıl olsa şimdi çalışamam” diye düşündü ve dinlendikten sonra çalışmaya karar verdi.
 Saat 19.00 sıralarında içindeki huzursuzluğu bastırmaya gayret ederek çalışma masasına yönelmişti ki en sevdiği arkadaşıyla ,ailesi onlara misafirliğe geldi. Misafir varken de ders çalışılmazdı ya ... birlikte sevdikleri diziyi seyrettiler. Artık kalan zamanında sadece en önemli iki dersi çalışırım diye düşünüyordu. Fakat yavaş yavaş uyku bastırmaya başlamıştı. Eğer uyumazsa yeni başlayan haftaya yorgun ve uykusuz girecekti. Bu sebeple kendi kendine şöyle dedi.” Bugün çalışamadım. AMA YARIN SÖZ ÇALIŞACAĞIM”. Yarı sıkıntılı yarı huzurlu odasının yolunu son kez tuttu. Ancak çalışmak için değil , uyumak için...

 

YANKI

Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarmış.
Birden oğlan takılıp düşüyor ve canı yanıp “AHHHHH” diye bağırıyor.
İleride bir dağın tepesinden “AHHHHH” diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak ediyor ve “SEN KİMSİN?” diye bağırıyor.
Aldığı cevap “SEN KİMSİN?” oluyor.
Aldığı cevaba kızıp “SEN BİR KORKAKSIN” diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses “SEN BİR KORKAKSIN” diye cevap veriyor.
Çocuk babasına dönüp
“BABA NE OLUYOR BÖYLE?” diye soruyor.
“OĞLUM” diyor adam, “DİNLE VE ÖGREN!” ve dağa dönüp “SANA HAYRANIM” diye bağırıyor.
Gelen cevap “SANA HAYRANIM!” oluyor.
Baba tekrar bağırıyor, “SEN MUHTEŞEMSİN!”
Gelen cevap ; “SEN MUHTEŞEMSİN!”
Oğlan çok şaşırıyor, ama halen ne olduğunu anlayamıyor.
Babası açıklamasını yapıyor,
“İnsanlar buna “Yankı” derler, ama aslında bu “Yaşam"dır.”

“Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir.
Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır.
Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev!
Daha fazla Şefkat istediğinde, daha şefkatli ol!
Saygı istiyorsan insanlara daha çok Saygı duy.
İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren.
Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır, her kesiti için geçerlidir.”

“Yasam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdır.”

 

YOLUMUZDAKİ ENGELLER

  Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine  kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu.  Bakalım neler olacak?.
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları,  saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler.  Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar  vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir  köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu. Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı  ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı  ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden  sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin  durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu  vardı içinde.
"Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral.
Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı.
"Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."

 

YUMURTA

Su birikintilerinin göbeğine basa basa yürüyordu. Ayağındaki lastik ayakkabılar değil su, rüzgar bile kolaylıkla geçirebilir haldeydi. Üstündeki hem gömlek hem ceket hem de palto vazifesi görüyor suratının kirinden masum masum bakış pek fark edilemiyor. Ancak çok yakından bakan bir kimse,küçük,siyah ve pırıl pırıl gözleri tanıyabilirdi. Karnının gürültüsü isyan bayrağı halini almıştı. İki gün önce yediği bayat simitleri çoktan dışarı atmıştı. Biraz serttiler ama kokusu çok hoştu onların. Caddenin sağına soluna bakmaya başladı. Bir gün önceki pazarın kalıntıları tüm tazeliği ile duruyordu. Birkaç sokak köpeği, birikintileri eşeleyip nafakalarını arıyordu. Kendisine nazaran daha şanslı idi onlar. Hayvan lar iç güdüleri ona dişlerini gösterip hafif hafif hırladılar. Kar hızını artırmıştı...Tipiyle birlikte iri tanecikler düğmesiz gömleğinin içine süzülüyordu. Birden başından aşağı sıcak ve hafif bie şeyin döküldüğünü fark etti. Kafasını kaldırdı ve önünde bulunduğu apartmanın en üst katından yaşlı bir kadının kül döktüğünü gördü.
Ağzının açıp bir şeyler söylemek istedi, sesi çıkmadı. Rahmetli babasının vaktiyle ona verdiği öğütleri hatırladı, başını öne eğdi. İçinden “Hemcinsini seveceksin” diye diye yolun sağ tarafına geçti. Midesindeki buruşukluk son haddine varmıştı. Ne yapmalıydı,nasıl bunun önüne geçmeliydi,çaresizlik içinde başını iki yana doğru birkaç defa salladı. İçinden gelen yanmayla,ellerini karın boşluğuna bastırıp bir-iki dakika çökelmiş vaziyette kaldı. Doğruldu ,şimdi ellerini midesinin üstünde yola koyuldu. İleride bir bakkal dükkanı gördü,kapısının önünde bir yumurta sandığı vardı. Hafifçe o tarafa doğru seğirtti. Üstleri hafif kara örtülmüş yumurtalara baka baka geçti. Dükkanı on metre geçince durdu. Çalmalıydı;evet çalmalıydı.
Babasının sözleri geldi yine aklına:”Hırsızlık dünyanın en kötü işidir yavrum”. Durdu,kafasıyla midesinin mücadelesini dinledi. Gene olduğu yere çöktü,birkaç dakika öyle bekledi. Çalacaktı mücadeleyi midesi kazanmıştı. Yolun iki tarafını dikkatle yürümeye başladı. Tek tehlikeli yer bakkalın karşısındaki berber dükkanıydı. Adam sandalyesine oturmuş bir şeyler okuyordu.
Yavaşça yumurta sandığına sokulmaya başladı.”-Ah, pişmiş olsaydı keşke” diye mırıldandı. Kapıyı geçip durdu. Karşı ki berbere baktı,sağa baktı eğilip iki yumurta kaptı,koşmaya başladı.
İki avuncunda birer yumurta koşarken arkasından ayak sesleri duydu. Yan gözle bakınca beyaz bir önlük fark etti. Daha hızlı koşmak istedi,fakat boş midesinin götürdüğü bacakları güçsüzdü. Ayağı bir taşa takıldı ve yüzü koyun yere düştü. O zaman ensesinden ayağa kaldıran berber olduğunu gördü. Adam çocuğu ayağa kaldırması ile iki tokatla yere çaktı. Yüzü biraz önce kırılan yumurtalardan birinin üstüne geldi,beline gelen tekmelere aldırmadan karların yumurtayla sararmış kısmını yalamaya çalıştı. Adam yoruldu ve küfürle nasihat ederek yanından ayrıldı. Çocuk bitkin bir vaziyette doğruldu. Avuç içleri ve burnu kanıyordu. Kanayan burnunu gömleğinin koluna sildi. Bir evvel ki gece kaldığı mescidin bahçesine gitmeye karar verdi. Yokuştan aşağıya doğru kıvrıldı bir eli midesinde diğer eli belinde,burnundan hafifçe kanlar süzülür halde uzun zaman yürüdü. Dizlerinin üstüne yıkıldı, bir süre öyle kaldı. Yürümeye çalıştı. Mescidin bahçesinden içeri kıvrıldı. Duvarın aralığına girdi. Ellerini göğe doğru kaldırıdı,ağlamaya başladı. Dua etmek istedi, bir an öfkelendi yardım istercesine açılan elleri yumruk haline geldi.
Üç gün sonra onu, mescidin bahçesine oynamaya gelen küçük çocuklar buldu. Eriyen karlar kirli yüzünü tertemiz yapmıştı. Gömleğinin yakasında yumurta kabukları duruyordu.
Morgun arabasına koyarken çok uğraştılar ama yumruk halindeki ellerini açamadılar.